MEDİNE VESİKASI VE HUDEYBİYE ANLAŞMASI DELİL MİDİR ?
Son zamanlarda Türkiye’deki egemen laik güçler ile uzlaşma arayışı içirisinde olan bazı müslümanlar, bunun için Medine Vesikasının ve Hudeybiye Anlaşmasının delil olarak ileri sürmektedirler.
Bu iddia uygun ve yerinde değildir .Çünkü antlaşmalar, karşılıklı hür ifadelerle yapılır.Evvela bizim antlaşma yapmak irademiz , karşı tarfın şartlarına bağlı kalmak zorunluluğu dolayısıyla eksiktir. Çünkü ,hiç bir şekilde onların belirlemiş oldukları genel çerçevenin yani mevcut düzenin belirlemiş olduğu meşruiyet çerçevesinin dışına çıkmak iradesi verilmemektedir. Diğer taraftan ; Şeriatın hükümleriyle çelişen hiçbir anlaşma asla yapılamaz . Böyle bir yetki kimseye verilmemiştir. Demokratik yöntemi ve süreci kabul etmenin ise İslam’ın açık hükümleriyle, naslarıyla ne derece çatışma halinde olduğu ise bilinen bir husutur. Çünkü mesele doğrudan doğruya İslam itikadının en hassas meselesi olan hakimiyet ve teşri ile alakalıdır. İslamda anlaşma vardır ama uzlaşmanın yeri yoktur... Burada da bir uzlaşma değil, Kureyşlilere karşı ortak bir savunma söz konusuydu. Buradaki önemli nokta, Medine’deki müslümanların hiçbir gücün egemenliği altında olmamalarıdır.
Bugün bir müslümanın kendisinin laik veya kafir bir devlete teslimmiyetine Medine vesikası ile meşruiyet kazandırmaya kalkması en azından mantık sınırlarını zorlamaktadır...Şimdi bu gerçeklerin ışığında bakalım: Pakistan başkanı Eyü han, ABD Başkanı Johson’ın baskısıyla Rusya da Kosigen nezaretinde Hindistan ile 1966 anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Pakistan’ın bu ağır şartları kabul edeceğini Hindistan başkanı Lal Bahadır Şastrı hiç beklemiyordu. Hatta bu başarıya kalbi dayanamadı ve anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra Taşkent’te kalp krizinden öldü. Ama Eyüp Han bu anlaşmayı Hudeybiye anlaşması olarak millete yutturmaya çalıştı. Aynı şekilde 1988 yılında Başbakan Junejo, Rus ve ABD baskısı altında Cenevre’deki anlaşmaya imza koyarak Afganistan’ı bugünkü çıkmaza sokmuştur.
Ama Enfarmasyon bakanı olan Abdul Vahid Han buna karşı çıkanlara Hudeybiye anlaşmasını örnek gösteriyordu. Rahmetli Muhammed İkbal ümmetin bu hastalığını şu şekilde dile getirmeye çalışmıştır: Müslümanlar ne kadar tembelleştiler. Kurana uymak yerine onu kendilerine uydurmaktalar.Eğer zaruret ve genel ihtiyaç diye girilen yol uzun vadede dinin bozulmasına, dini hayatın zayıflamasına, islamın gelmesine değil gitmesine sebep oluyorsa, pirince gidenler evdeki bulguru da kaybediyorlarsa bu durumda elbette zaruret hükmünden yararlanmak caiz olamaz.
NECAŞİ ; Küfür Kanunlarını Tatbik Etmenin Meşruluğuna Delil Olamaz : Rasulullah (s.a.v.)in Mekke döneminde Müslümanları kendisine hicret için gönderdiği Necaşi ile, Hudeybiye anlaşmasından sonra tebliğ mektubu gönderdiği Necaşi ‘nin aynı kişiler olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Yine, Rasulullah (s.a.v.) in Mekke döneminde , hicret için Müslümanları gönderdiği Necaşi ‘nin , Müslüman olup olmadığı konusunda da ihtilaf vardır. Eğer Rasulullah (s.a.v) in Mekke’de iken kendisini övüp adil olarak vasfettiği ve bu yüzden Müslümanları yanına hicrete gönderdiği Necaşi Müslüman olmuşsa, o zaman bu kişi ile , Rasulullah (s.a.v.) in Hudeybiye anlaşmasından sonra Müslüman olması için mektup gönderdiği Necaşi ‘nin farklı kimseler olması gerekir . Çünkü bu ikisi aynı şahıs olsaydı ve o kişi Müslümanlar kendisine hicret ettiğinde Müslüman olmuş olsaydı, Rasulullah (s.a.v) ona Müslüman olması için mektup göndermezdi. Bu iki necaşi’nin aynı şahıs olabilmeleri için Müslümanların hicret ettiği Necaşi’nin o dönemde Müslüman olmamış olması gerekir. Yani o, her ne kadar İsa’nın Allah’ın kulu ve rasulu olduğuna inansa da, aslında Rasulullah’a tabi olmamıştır.Tıpkı Herakl ‘in Rasulullah (s.a.v.)in risaletine inanmasına rağmen, mülkünü kaybetmekten korktuğu için Rasulullah (s.a.v)e tabi olmaması gibi. Bu görüşe göre Necaşi; ancak Rasulullah(s.a.v) ona hudeybiye anlaşmasından sonra mektup gönderdiği zaman Müslüman olmuş ve Müslüman olduktan sonra İslam’ını gizlemeyip herkese açıklamış , Amr bin As‘ın da dediği gibi çevresindeki kişiler de ona tabi olmuş ve müslüman olduktan sonra İslam’a göre hareket edip Herak’e karşı tavır almışlardır .Yine bu görüşe göre Rasulullah (s.a.v.) in cenaze namazını kıldığı Necaşi de bu kişidir. Bu görüşe göre ; bir kişinin Müslüman olduğu halde küfür kanunlarını tatbik etmesinin meşru olabileceğine Necaşi’yi delil östermesi apaçık bir hatadır.Zira bu görüşe göre Necaşi Müslüman olur olmaz İslam’ını açıklamış ve İslam şeraitini uygulamış, Herakl ‘e gönderdiği parayı , yani maddi desteği kesmiş ve; “Bundan sonra ona bir dirhem bile göndermem“ demiştir. Bu sözü onun İslam şeriatını tatbik ettiğinin en büyük delilidir.Eğer Rasulullah (s.a.v.) in Mekke’de iken Müslümanları gönderdiği Necaşi Müslüman olmuş ve imanını gizlemiş ise , o zaman mektup gönderdiği Necaşi ‘nin ayrı bir kişi olması gerekir. Bu görüşe göre Rasulullah (s.a.v.) in cenaze namazını kıldığı Necaşi , Müslümanların Mekke’den kendisine hicret ettikleri Necaşi ‘dir ve bu necaşi Hudeybiye anlaşmasından önce vefat etmiştir. Rasulullah (s.a.v.) bu kişiyi Müslüman kabul edip cenaze namazını kıldığı için bizim de onu Müslüman kabul etmemiz gerekir. Müslim ‘de geçen bir hadisteki Enes (r.a.) )un sözü de, Hudeybiye’den sonra mektup gönderilen Necaşi’nin Müslümanların hicret ettiği Necaşi olmadığını ve Rasulullah’ın cenaze namazını kıldığı Necaşi’nin de birinci Necaşi olduğunu göstermektedir .Bu görüş , diğerlerinden daha sıhhatli bir görüştür. İslam’dan habersiz bazı kişiler bu görüşü ; “ Necaşi Müslüman olduğu halde islam’ını gizlemiş ve kafir kanunlarını tatbik etmiştir “ diyerek , kişinin kafir devletlerde hükümdar olup , kafir kanunlarını tatbik edebileceğine ve bunun , o kişinin Müslümanlığını zedelemeyeceğine delil göstermişlerdir . Şüphesiz bu son derece sapık ve batıl bir delillendirmedir . Müslümanların hicret ettiği Necaşi Müslüman olup imanını gizlese bile, bu hadise onun , Allah’ın kanunları dışında tatbik ettiğini göstermez. Bunu söyleyebilmek için Necaşi’nin, Allah’ın kanunlarına zıt kafir kanunlarını tatbik ettiğine dair somut bir delil getirilmesi gerekir. Halbuki rasulullah (s.a.v.) daha bu zat Müslüman olmadan önce Müslümanları ona gönderirken onun adil olduğunu söylemişti. Allah’ın şeraitine zıt hareket eden bir kral adil olarak vasfedilemez. Böyle bir vasıflandırmanınbir rasul tarafından yapılması ise hiç düşünülemez. Rasulullah (s.a.v.) in ona adil vasfını vermesi, onun insanlara Allah’ın razı olmadığı kanunları tatbik etmediğini gösterir ki , o zaman için bu kanunlar gerçek hırıstiyanlık dinine uygun olan kanunlardı . İşte Necaşi de bu kanunlara göre hüküm vermekteydi. Rasulullah (s.a.v.)in bu sözü olmasa bile, Necaşi’nin kral olması, ona istediği kanunu uygulama yetkisini vermektedir.O imanını gizlese bile imanına uygun kanunları tatbik edebilme imkanına sahipti.Zira o dönemin kralları, insanlara istedikleri kanunu tatbik edebiliyorlardı. Onların her sözü kanundu ve tatbik ettikleri kanunlara da itiraz edilmezdi.Bu , krallığın bir gereğiydi. Necaşi vefat edene kadar , özellikle hadler konusu başta olmak üzere bir çok İslam kanunu henüz inmemişti. Bu yüzden Necaşi henüz mevcut olmayan kanunları tatbik etmemekle suçlanamaz.Dahası, önceki rasullerin şeraitlerindeki hükümler , Rasulullah (s.a.v.) in şeraitine uygun olduğunda, bunları tatbik etmek de zaten İslam’ın bilinen bir hükmüdür. Sonuç olarak ikinci görüşe göre de, Müslümanların kendisine hicret ettikleri ilk necaşi islam’ını gizlediğinde, hiç bir zaman İslam akidesine aykırı bir hareket yapmamış, hiç bir zaman tağutluk sıfatını almasına sebep olacak, Allah’ın kanunlarına zıt bir kanun uygulamamıştır. Bunun aksini iddia eden kişinin somut bir delil göstermesi gerekir. Allah’ın kanunlarına zıt kanunlar tatbik etmesine rağmen kişinin hala Müslüman kalabileceğine dair Necaşi delil gösterilemeyeceği gibi , ne Kur’an‘da, ne sünnette ne de İslam tarihinde bu görüşü destekleyecek herhangi bir delil de mevcut değildir. Aksine gerek Kur’an , gerek Rasulullah (s.a.s.)in sünneti gerekse İslam tarihi bunun açık bir küfür olduğunu gösteren apaçık delillerle doludur . |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder